Toplumdaki yeriniz sizin için ne kadar önemli? Çevrenizdeki insanlar, itibarınız, saygınlığınız, işiniz, paranın size verdiği güç ya da ailenizin soyluluğu sizin için ne anlam ifade ediyor? Eski bana sorsanız toplumdaki yerin çok önemli olduğunu söylerdim. Saygın olmanın, önemli işlerde çalışmanın, çevremizde ‘kaliteli’ insanlar bulundurmanın öneminden ve gerekliliğinden bahsederdim. Bütün bunların yokluğunu düşünemezdim bile. Peki ya siz düşünebiliyor musunuz?
Stefan Zweig’ın Bir Çöküşün Öyküsü adlı kitabındaki ana karakter Madame de Prie de bir gün itibarını kaybedebileceğini hiç düşünemeyenlerden. Şan, şöhret, ihtişam, itibar, çevresinde her daim onun için orada olan insanlar, Fransa’nın yönetimi gibi önemli bir iş ve bununla birlikte gelen güç… Ne kadar harika bir hayat! Kim istemez ki böyle yaşamayı, değil mi? Ben istemem! Geçmişte ne kadar güzel diyebileceğim bu hayat tarzı şu anda bana o kadar itici geliyor ki. Neden mi? Çünkü, bu yaşamın yan etkileri de var! Her şeyin fazlası zarar diye boşuna söylenmemiş ki. Bu bolluğun, iktidar gücünün, şanın ve şöhretin insanın kaldırabileceğinden fazla olması insanların davranışlarını yönlendiriyor. Bu durum insanlara kibirli ve bencil olma, insanları küçümseme, istediği kadar her şeyi (insanları bile) harcama hakkı veriyormuşçasına pervasızlaştırıyor. Bu konuda kişilik de tartışılmaya değer bir konu olarak çıkıyor karşıma. Bunun gibi şaşaalı bir hayat sürerken kişiliği, çıkarılıp kenara konulmuş ve bir daha da giyilmemiş bir kıyafet gibi durduğu yerde eskirken buluyorum. Yerine bütün bunlara sahip insan maskesi takılıyor. Çıkarılması oldukça zor olan bu maske alışkanlıklarla her geçen gün daha da sabitleniyor. Tıpkı Madame de Prie’nin sahte yüzü gibi. Duygularını saklayarak, ‘mış’ gibi yaşamak. Düşüncesi bile korkunç geliyor.
Peki ya bütün bunlar elinden alındığında? Madame de Prie’nin kral tarafından sürülmesinin haklı nedenleri olduğu muhakkak. Madame’ın bencilliği, kibri, şan, şöhret ve ihtişama doymayan kişiliği ve eğlenceden eğlenceye koşarak halkın ihtiyaçlarını düşünmeden lüzumsuzca para harcaması toplumda isyanlara neden oluyor. Topluma faydalı olması gereken bir görevdeyken kendi hayatının illüzyonu içinde anlık keyifler ve hazlar uğruna halkı umursamayan bir kadına verilebilecek en iyi ceza bundan başka ne olabilir ki? Peki ya bu cezanın karakter üzerindeki etkisine ne demeli? Madame de Prie hâlâ aynı madam olarak kalabilir mi, daha önemlisi yaşamını hiç alışmadığı şekilde çevresinde her zaman bulunan insanlardan uzak, itibarı zedelenmiş ve acınası bir halde sürdürebilir mi? Çaresiz kalan insan daha önce gururuna yediremediği birçok şeyi yapıyor. Bir çıkış yolu arıyor. Kendine harika gelen o hayatın bir kırıntısını bile bulamayınca da içten içe çöküyor. Neşesini, sağlığını ve enerjisini kaybediyor. Aynada kendine baktığında bile kendisine acıyacak konuma geliyor. Kitabın en vurucu noktası da bu karmaşa ve çöküşten sonra geliyor. Ölüm isteği… “Ölüm, kralın unutulmazlar mertebesinden indirdiği adını yeniden oraya yükseltmeliydi” (Zweig, 37) düşüncesiyle planlar yapmaya başlamak, kulağa gerçekten acınası geliyor.
Bir an durup kendi sonunuzu planladığınızı düşünün. Ölmeden önce partiler düzenleyip aslında ne kadar mutlu olduğunuzu (!) gösterseniz, bir tiyatro gösterisinde oynarken içinde kendi ölüm gününüzü ilan etseniz ne kadar garip olurdu değil mi? Üstelik rol yaparken hiç zorlanmadan… Aslında Madame de Prie gibi devamlı olarak duygularını saklamış birinden pek de beklenmeyen bir durum değil. Sahte bir yaşamın bedeli olan ölümü hiçe sayarak son dakikalarını yaşama isteği… Bu bana sadece boş bir hayat sürmüş, kendi insani değerlerini geliştirmemiş ve yaşama gayesini bulamamış birinin kullanabileceği bir çözüm gibi geliyor. Peki her şey bittiğinde canından olmaya gerçekten değecek mi?
Deniz Dide Coşkun
Kaynakça: Zweig, S. (2018). <em>Bir Çöküşün Öyküsü. (8. Basım). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Picasso, P. (1937) Ağlayan Kadın (The Weeping Woman).Yağlıboya. Tate Galeri. Liverpool.
Bir yanıt yazın